Vahiy Nedir

Allah Teâlâ’nın insanlar arasından seçmiş olduğu has ve temiz kullarına bilgiyi ulaştırmasıdır vahiy. -Şer‘i bir anlamda söylüyorum bunu, lügat bakımından farklı anlamlar ifade eder- Bu, hiç vasıta olmaksızın direkt gerçekleşebilir. Allah Teâlâ o seçtiği kulun kalbine indirir bilgiyi. Böylece o da bunun Allah’tan olduğunu bilecek şekilde bunu telakki eder. Bir melek vasıtasıyla da gelebilir vahiy. […]

Allah Teâlâ’nın insanlar arasından seçmiş olduğu has ve temiz kullarına bilgiyi ulaştırmasıdır vahiy.

-Şer‘i bir anlamda söylüyorum bunu, lügat bakımından farklı anlamlar ifade eder-

Bu, hiç vasıta olmaksızın direkt gerçekleşebilir.

Allah Teâlâ o seçtiği kulun kalbine indirir bilgiyi.

Böylece o da bunun Allah’tan olduğunu bilecek şekilde bunu telakki eder.

Bir melek vasıtasıyla da gelebilir vahiy.

Bu işin aracılığını yapan Cebrail Aleyhisselam’dır.

Veya bizzat Allah Teâlâ kendisi perde arkasından yani gözükmeden, zâtını göstermeden, perde arkasından peygamber olarak seçtiği zatlarla konuşur.

Kur’ân-ı Kerim’de bu aşamalar şöyle anlatılıyor:

“Kendisiyle Allah’ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip Kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, Yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şûra, 42/51)

Sırayı takip edersek; vahiy göndererek, perde arkasından konuşarak veya elçi göndererek Allah Teâlâ tebliğ eder. Ve o tebliği alan, o vahyi alan peygamber de tebliği başkalarına ulaştırır.

Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçen, kesin olarak bildiğimiz yirmi beş peygamber vardır.

Üç tane daha isim geçiyor Kur’ân-ı Kerim’de. Bazılarına göre isimleri zikredilen bu kimseler, rasûldür.

Bazılarına göre de evliyâullahtan zatlardır. Eğer onları da peygamberler arasına katarsak Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçen peygamber sayısı yirmi sekiz olur.

Râsûlullah (s.a.v)’a rasûllerin sayısının ne kadar olduğu sorulduğunda, üç yüz on küsurdur, diyor.

Nebilerin sayısı sorulduğunda ise yüz yirmi dört bin ifadesi de geçiyor, iki yüz yirmi dört bin ifadesi de geçiyor.

Arada büyük bir sayı farkı var, yüz bin fark ediyor.

Onun için İslam âlimlerimiz diyorlar ki, sayı vermemek daha uygun olur.

Çünkü sayı verdiğiniz zaman eğer verdiğiniz sayı gerçekte olandan bir tane fazla ise dahi siz peygamber olmayan birisini peygamber kabul etmiş olursunuz.

Bir eksik olursa da bir peygamberin peygamberliğini kabul etmemiş olursunuz. Onun için sayı vermeden, ilk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâm ve son peygamber Muhammed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm, bunların arasında ne kadar peygamber gelip geçti ise hepsine biz iman etmişiz, elhamdülillah.

Şuraya gelmek istiyorum esasen: Yani bu kadar sayıda peygamber gönderilmiş olmasına rağmen kendilerine kitap verilen Peygamberlerin sayısı bildiğimiz kadarıyla, yüz dörttür. Bunlarda da taksimata girdiğimiz zaman dört tane büyük kitap.

Musa aleyhisselâm, Davut aleyhisselâm, İsa aleyhisselâm ve Muhammed aleyhissalâtü vesselâm. Geriye kalan yüz sayfayı taksim ettiğiniz zaman Şit aleyhisselâm, İbrahim aleyhisselâm, Âdem aleyhisselâm, İdris aleyhisselâm şeklinde görüyoruz. Yüz sayfa, dört peygambere, büyük kitaplar da dört peygambere; yani kendine kitap verilenlerin sayısı toplam sekiz tane oluyor.

Diğerlerine kitap verilmediği halde Allah onlara da vahyini ulaştırmıştır.

Dolayısıyla bizim, vahyi sadece kitaba münhasır görmemiz yanlış olur. O zaman vahyi biz sadece sekiz peygamberle sınırlandırmış oluruz, eğer kitaba bağlı tutarsak onu. Hâlbuki öyle değildir.

Allah ne kadar peygamber göndermişse hepsine vahyetmiştir.

Kur’ân-ı Kerim, vahiydir. Kesinlikle baştan sonuna kadar vahiydir.

Kur’ân-ı Kerim’in dışında sünnet de vahiydir.

Önceki peygamberlere Allah Teâlâ nasıl vahyetti ise Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’a da vahyetmiştir.

Allah (c.c), Peygamber Efendimize hem kitap vermiştir, hem de kitabın dışında Ona vahyini sürdürmüştür. Diğerlerinde de aynıdır.

Mesela:

“Nuh’a, ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, evlatlarına, İsa’ya, Eyyüb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyeylediğimiz ve Davud’a Zebûr verdiğimiz gibi (Habîbim) şüphesiz sana da vahyettik biz.” [Nisâ, 4/163]

Nuh aleyhisselâm’a kitap verildiği kaynaklarda geçmiyor. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’de, “Nuh’a vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.” diyor Allah Teâlâ.

Demek ki Rasûlullah aleyhisselâtü vesselâm için genel anlamda açık bir vahiy kapısı vardır. Buradan iki şey sudur ediyor.

Birisi Kur’ân-ı Kerim, diğeri de sünnet-i nebevî.

Benzer âyet-i kerimelerle kıyasladığımız vakitte şu âyet-i kerime burada önemli bir konuyu ortaya çıkarıyor: “Deki Allah’a itaat edin ve Rasûle de itaat edin.” [Muhammed, 47/33]

Burada iki ifade birbirine vav-ı âtıfe ile bağlanıyor, biliyorsunuz. Şimdi buradan şu akla gelebilir belki: Rasûl, Allah’ın dediklerini, buyurduklarını söylediği müddetçe ona itaat edin.

Böyle anlaşılabilir bu. Ama diğer bir âyet-i kerimede, “Allah’a itaat edin ve Rasûle de itaat edin ve muhalefet etmekten sakının” [Mâide, 5/92] buyuruyor Allah (c.c).

Burada “اَطِيعُوا” (İtaat edin) emri tekrar ediyor.

Bu emrin tekrar etmesinden İslam âlimleri şunu ortaya çıkarıyor ve söylüyorlar: “اَطِيعُوا اللهَ فِي كِتَابِه” (Kitabında Allah’a itaat edin), “واَطِيعُوا الرَّسُولَ فِي سُنَّتِه” (Rasûl (s.a.v)’e de sünnetinde itaat edin).

Allah’a itaat, mükellef olduğumuz bir görevdir.

Kur’ân-ı Kerim’in bütünü olarak sünnet de ondan geldiği için Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz Kur’ân-ı Kerim’in dışında bir şey beyan ederse o da Allah’tandır, ona da itaat edin.”

Yemen’e vali olarak tayin edilmesindeki olayda Muaz bin Cebel (r.a) ile Peygamber Efendimiz (s.a.v) arasında geçen konuşma burada çok önemli bir gerçeği ortaya koyuyor.

“Ey Muaz, gidiyorsun. Şimdi neyle hükmedeceksin?” diye soruyor Rasûlullah Efendimiz (s.a.v). Muaz (r.a) diyor ki: “Allah’ın Kitab’ı ile hükmedeceğim.” Efendimizin, “Allah’ın Kitab’ında bulamazsan ne yapacaksın?” sorusu üzerine Muaz (r.a), “Rasûlünün sünnetiyle hükmedeceğim.” şeklinde cevap veriyor.

Demek ki Rasûlullah (s.a.v)’ın sünneti teşri‘ kaynağıdır, hüküm koyma kaynağıdır. Hüküm vermede merci‘dir, başvurulacak kaynaktır.

“Peki, Allah’ın Rasûlünün sünnetinde de bulamazsan ne yapacaksın?” diye sorunca Rasûlullah Efendimiz, “O zaman re’yim ile içtihat edeceğim. Gayretimden hiçbir şeyi eksik bırakmayacağım” diyor Muaz bin Cebel (r.a)

Yani önce Kur’ân-ı Kerim’i dikkate alacağım, onda bir eksiklik bırakmayacağım, cevabı onda bulamazsam sonra Rasûlullah’ın sünnetini dikkate alacağım, onda bir eksiklik bırakmadan gözden geçireceğim. Orada da bulamazsam, Kur’ân-ı Kerim’in ve Rasûlünün sünnetinin doğrultusunda olmak kaydıyla içtihat edeceğim, diyor.

Böylece İslâmî meselelerde, İslâmî hükümlerde iki temel kaynak olduğu ortaya çıkıyor. Ve bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz, Onun sırtını sıvazlayarak, “Rasûlünün elçisine doğruyu bulmaya hidâyet eden Allah’a hamdolsun.” diye hamd ve senada bulunuyor. Bu cevabı doğru buluyor yani.

Demek ki birinci derecede müracaatımız Kur’ân-ı Kerim’edir.

İkinci derecede Rasûlullah’ın sünnetinedir. Sonra icmâ ve içtihat.

Biz bu kaynakları her zaman dikkate almak durumundayız.

Hiç kimse bırakın sünneti, icmâyı bile atlayamaz.

Eğer bir konuda icmâ edilmiş ise o bir hüccettir. Dinde bir hüccettir. Hadislerle sabit olduğu gibi, icmâ ile farz veya haram bile sabit olur. Bunda bir şüphemiz yok.

Bazıları şüphe ediyor veya şüphe saçıyorlar.

Sünnetle farz sabit olduğunda veya sünnetle haram sabit olduğunda hiçbir şüphemiz olmadığı gibi icmâ-ı ümmetle yani ashab-ı kiram ile başlayıp tâbiînin ve sonraki kuşakların icmâı ile de farzın veya haramın sabit olabileceğinde şüphemiz yoktur.

Dolayısıyla üçüncü derecede ki kaynağımız icmâdır ve içtihattır.

Çünkü icmâında kaynağı içtihadın da kaynağı Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlullah’ın sünnetidir.

Kur’ân-ı Kerim’den ve Rasûlullah’ın sünnetinden kaynaklanan icmâ bizim için bağlayıcıdır ve hüccettir.

İslam âlimleri bunu şu âyet-i kerimeden de çıkarıyorlar: “Allah’a itaat edin, Allah’ın Rasûlüne de itaat edin ve sizden olan ulu’l-emr’e de itaat edin” [Nisâ, 4/59] Ulu’l-emr, genellikle yöneticiler olarak izah ediliyor.

Fakat bunun daha derin anlaşılması gereken yönü, ulu’l-emr demek içtihat seviyesine gelmiş ilim sahipleri demektir. Ki yöneticiler de onlara tâbi olmakla mükelleftir. Onların dedikleri doğrultusunda hareket etme durumundadır. Yani siyasetçi, dini bilmediği takdirde birçok noktada veya birçok dönemde yanlış karar alabilir. Ama ulu’l-emr yani ulu’l-ilm olanlar, müçtehit derecesinde olanlar, yanlış yapmamanın gayreti içerisindedirler Allah’a ve Rasûlullah’a karşı.

Dolayısıyla onlara itaat etmek, yöneticilerin, siyasetçilerin de görevidir.

Hem Allah’a itaat, hem Rasûlüne itaat, hem de ulu’l-emre itaat. Eğer ulu’l-emr ifadesini yönetici olarak alırsak, izahı şu şekilde olur: O ulu’l-emr, Allah’a ve Rasûlüne itaat ettiği müddetçe ona itaat edin. Eğer bu ifadeyi ilim sahipleri, müçtehit imamlar manasında alırsak, bu şu manaya gelir: Bu kimseler, Kur’ân-ı Kerim’e ve Rasûllulah’ın sünnetine bağlı hüküm verdikleri müddetçe onlara itaat edin.

Başka bir âyet-i kerimede “Kim, Rasûle itaat ederse o gerçekten Allah’a itaat etmiştir.”[Nisâ, 4/80] buyruluyor.

Allah (c.c), Rasûlullah’a itaati kendisine itaat sayıyor.